Müge Şenel

6 Kasım 2017 Pazartesi

Tilki Ekrem

    Cıvıltılı çocuk sesleri iliştirilmiş daracık bir sokak canlanıyor gözümde. Sağ gözüm hep neşeyi ve coşkuyu görmeye meyillidir. Sol gözüm pek iyi görmez. Görse de herhalde elim ve vahim şeyleri seçerdi. Sağın iyiyi, solun kötüyü temsil ettiğini düşünmek için yeterli altyapıya sahibim. Mahalle mektebinde öyle öğrettiler bana… Velhasıl, sağ gözümden aktarıyorum size… Burası Hacı İsa Mektebi Sokak. Adını sokağın başındaki camiden almış. Mahalle mektebi artık caminin bünyesinde. Sokağa başka bir mektep daha açılmış. Latin alfabesi öğretiyorlarmış. Arap alfabesine rakipmiş hadsizler! Öyle işittim, kulağıma fısıldayanların yalancısıyım. Rum mektebinde ne öğretildiğini sanıyorlarsa… Neyse ki, bu ufak çekişme, asla düşmanlığa dönüşmedi. Bilfarz, “İsa Hristiyan’dır, hacı lakabı takmışsınız bir de, alay mı ediyorsunuz?” gibi safsatalar ile karşılaşmadık. Tarih derslerini can kulağıyla dinlediğimiz anlaşılıyordur. Fatih’in sancaktarı Hacı İsa’nın camisine Kürkçü mescidi derlermiş eskiden… Dönüp dolaşıp camiye atıfta bulunuşum ondandır. Ancak artık, kürkçü dükkanını kesinkes terk etme cesaretini gösteren bir tilki olarak, yaptığımın bir marifet olmadığını da bilerek, özlemle bahsetmeye devam edeceğim bende kalıcı parmak izleri bırakan bu sokaktan… 
     Burası Hacı İsa Mektebi Sokak. Salına salına yürüyen gamsızların yanından lodos gibi geçen bisikletlerin muzip kahkahalarına şahit olur. Kahvehane müdavimlerinin gündüz vardiyalarını bitirip, peş peşe meyhaneye devinmelerini ve gece vardiyalarını devralmalarını izler. Seyyar manav Şükrü usta dikkatleri celbetmek için Hasan bakkalın karşı köşesine mevzilenir. Öğleden sonra mektebin zili talebelerin dağılacağını salık verince, önce kalabalıklaşır sokak, sonra birden sakinleşir. Akşamüstü vakitlerinde davetkâr bir rüzgâr eser. Güneşin kızıllığını ince bir çizgi halinde mevcut bulutların üzerine asıp kaybolduğu anlardır bunlar… “Yürüyüşe çıkın!” çağrısıdır bir nevi. Bu sokakta evlerden mümkün mertebe sağ ayakla çıkılır, eve sağ ayakla girilir. Evvela sol ayakla adım atıldıysa, o gün işlerin tepetakla gideceğine emin olunur. Rumlar bize nazaran, böyle şeylere aldırmazlardı. Anımsıyorum da, örflerimize bağlılığımız Elena teyzeyi hem hayrete düşürür, hem de onda hayranlık uyandırırdı. Elena teyze herkesçe sevilen bir terziydi. Dikişe, nakışa öyle yatkındı ki, elleri yok olsa, ayaklarıyla dikiverecek sanırdınız. Ninemin hediye ettiği el işi çiçekli yazmayı dürer, taç yapıp takardı başına. Devamlı gülümser, “Kalimera kalispera!” derdi asla azalmayan neşesiyle. Bir de fırında çalışan Niko amca vardı. İki arka sokaktaki evinin ufacık bahçesini ekip biçerdi. Kimi zaman o tarafta oynardık. Genellikle pencere kenarında oturur, etrafı süzer ve Rumca şarkılar mırıldanırdı. Topumuz bahçesine kaçtığında görüp gelirdi yanımıza. Topumuzla beraber bir avuç erik, birkaç tane elma da verirdi. İtiraf edeyim, bazen bilerek atardık topu… O eriklerin ve elmaların tadı bildiğiniz başka hiçbir şeye benzemez.
     Burası Hacı İsa Mektebi Sokak. Bulunduğu civarda camilerle beraber, Rum ve Ermeni kiliseleri ile Sinagoglar vardır. Çan, hazan ve ezan seslerini aynı zaman diliminde işitmek mümkündür. Seslerin, dillerin ve dinlerin aynı kıyıya demir attığı, aynı terazide tartıldığı, aynı halatın ucundan tuttuğu nadir yerlerdendir. Talihliymişim ki, denge kurmanın hassasiyetini kavradığımda körpeydim. Bu hususta düşünmek için yeterli sokak kültürüne sahibim. Öyle yoğruldum bu sokakta… Dengeli beslenmezdim belki ama, dengeli düşünür, konuşur ve hareket ederdim. Aklımın ermediğini sananlara anında hadlerini bildirirdim. En yakın arkadaşım Yorgo ile farklı mekteplere giderdik fakat, hep aynı şeyleri yapardık. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Hemen karşımızda otururdu Yorgo ve annesi. Babası Yorgo çok küçükken ölmüş diyorlardı. Bu bahsi aramızda hiç açmadık. Bir gün annesi de aniden öldü. Birkaç sokak ötedeki Rum kilisesindeydi cenazesi. Annem gitmemize başta karşı çıktıysa da, ninem benden yana olunca ses çıkaramadı. Yorgo’yu yalnız bırakamazdık. O gün yaşananlara sol gözümle baktığımdan biraz bulanık… Yalnızca, kilisenin girişinde, sağ ile mi, yoksa sol ile mi içeriye adım atsam diye muhakeme ettiğimi hatırlıyorum. Yorgo o günden sonra ortalıkta fazla görünmedi. Çok geçmeden uzak bir akrabasının yanına taşındı. Hacı İsa Mektebi sokağını, çocukluğunu ve beni yetim bıraktı. Ardından hissettiklerim çabucak silikleşti. Yorgo kadar olmasa da, ben de hatırı sayılır bir hızla büyüdüm. Acıları unutmaya meyilliyimdir, sol gözüm boşuna körelmedi. 
    Burası Hacı İsa Mektebi Sokak. Kıldan ince bir çizgide tereddütsüz ama temkinli yürüyen cambazların uğrak yeridir. Yabancıların dostane tavırlarıyla renklendirilmiş, öteberinin yok hükmünde olduğu ve her geçişte iz bırakan bir köprüdür. Hurdacı Mihran abinin Ermenice-Türkçe sözlüğünü aramızda bir geçit oluşsun diye hatmettiği, Rona ablanın kandil simitlerimizi nazikçe yediği ve güler yüz eksikliğinin yaşanmadığı mahallenin kıymetli sokağıdır. Denge kurmayı öğrenmemi sağlayan imkânların çeşitliliği anlaşılıyordur. Sokağın sonundaki park iyi tanır beni, tahterevallide ziyadesiyle pişirdim kendimi… Bu sokağı terk ettiğim gün, bir daha dönmeyeceğime dair kendime söz vermiştim. Zorum neydi? Neden inat ettim? Bunlar bende giz olarak kalsın. Zihnimdeki vesveseleri savuşturduktan sonra dengemin bozulmaya başladığını sezdim. Anılarımı canlandırarak, bir dönüş yolu açmaya niyetliyim. Bu kadar lakırtıyı boşuna dökmedik ortalığa… Bu yaştan sonra dengesiz mi desinler? Onun yerine tilki desinler… Farzımuhal, Tilki Ekrem desinler, ne olacak?
     Burası Hacı İsa Mektebi Sokak. Geçmişten değil, şimdiden bildiriyorum. Eski evimde başkaları oturuyor. Ben de çok uzakta değilim, Niko amcanın sokağında küçük bir yer buldum, bana yetiyor. Dün akşamüstü yürüyüşe çıktım. Haftaya Rum mektebinde çocuklara kitap okuyacağım. Kitapçıya uğradım, Balat Rum Dergisi’ni gördüm. “Balat’tan sokak anıları” yazıyordu kapağında… Epey ilgimi çekti, birkaç kitapla beraber onu da aldım. Ancak bugün okuma fırsatım oldu. Biraz önce öylece donup kaldım. Şimdi sokakta, kaldırıma oturmuş, şaşkınlıkla gülüyorum. Tilki Ekrem’in foyası ortaya çıkmış. Sağ gözüm kör olsun ki, ömrümde böyle gülmedim.
     “Eski terzi Elena Petridis Balat’tan sokak anılarını anlatıyor:
     -Tilki Ekrem, baharda her hafta gelir sokağa, benim eski dükkânın önüne tezgâh açar. Bazen yaptığı resimleri, bazen de tahtadan oyulmuş oyuncakları satıyor. Bir de mektepleri gezip hikâyeler okuyormuş çocuklara. Çok olmadı geleli, burada büyümüş, tabii biz hatırlamıyoruz, çok çocuk geldi geçti buralardan. Giden geri geliyor, özlüyorlar buraları. Hasan bakkaldan duydum, “Kürkçü dükkanına döndü burası, Tilki Ekrem sürünün başı!” diyordu. Öyle kaldı adı.” 

29 Ekim 2016 Cumartesi

Bu an...

İşte... İşte tam bu an. Tam bu anda, yaşadıklarımı tarif edebileceğim, hissettiklerimi anlatabileceğim, konuşabileceğim biri yok. Bunu gerçekten biliyorum, dolan gözlerimde, titreyen iç sesimde, derinimde, en derinimde bir yerlerde. Ruhumu hiç konuşmadan yatıştırabilecek, konuşamasak da neler olup bittiğini anlayabilecek biri yok. O "biri" ne zaman gelecek bilmiyorum. Ya da gelecek mi? Eğer gelmezse o zaman ölene dek yalnızım demektir. Bazen sadece başımı eğip, gözlerimi boşluğa dikiyorum. İşte o anda karşımda biri olmasını diliyor, ve o birinin beni tamamen kavradığını; aklında, kalbinde ve ruhunda olduğumu bilmek istiyorum. İşte o an, tam bu an. Daha fazla açıklayamam. Çünkü karşımda o "biri" yok. Biliyorum.

20 Mayıs 2016 Cuma

Saman Kağıt

     İsmi lazım olmayan yazarın ismi lazım olmayan kitabının bilmem kaçıncı sayfasıyım ben... Hani şu hevesle başlayıp bir çırpıda okumayı umduğunuz kitap. Daha yarısına gelmeden aşmayı zorlandığınız o sayfayım. Kelimelerde göz gezdirip hiçbirini anlamadığınız anları seyrettim. Belki aklınız başka yerdeydi, belki de aslında okumak için gelmemiştiniz. Sayfanın sonuna gelip hiçbir şey anlamadığınızı fark edip yüzlerce kez başa döndünüz. Takılıp kalmaktan bir hayli mutsuz olsanız da gamsızlığınız ağır bastı hep... "Zaten meşgul olmam gereken başka işler var." savunmasını savurup kapattınız kitabı. Çantanıza atıp gittiğiniz her yerde yanınızda taşısanız da yüzüne bakmadınız. İsmi lazım olmayan yazarın ismi lazım olmayan kitabının kapağına bakmayanlar bilmem kaçıncı sayfasına neden baksın? Siz de haklısınız. İşleriniz daha mühim... Siz ve o büyük işleriniz...

     Ben bir saman kağıdım. Kelimelerin dokunuşuyla kıymete binen, sayısız tekrarlarla değersizleştirilen, fevri hareketlerle buruşturulup atılan, kolayca yırtılan, ıslanan ve yanan bir saman kağıt... Ulu bir ağacın ilk göz ağrısı, son nefesi... Kimine sihirli, kimine zehir zemberek sözler saçan... Bazen bağırırım ama öfkem hammaddemin alevi gibi çabucak sönüverir. Bazen de susarım... Öyle bir susarım ki... Suskunluğum uzun solukludur. Nefes bile almadan susarım... Sustuğum zamanlarda konuşmamı istersiniz. Gerçekten dinlemeseniz de... Ben de gerçekten konuşmak istemediğim zamanlarda gevelerim. O yüzdendir anlamayıp sürekli başa dönüşünüz... Geçemediğiniz sınır, bilmem kaçıncı sayfanın kısır döngüsüne kapılmış kelimeleriyse, hak etmiyorsunuz demektir. Hakkıyla okuyup anlayan açılır keşfedilmemiş ufuklara...

     Kitap vardır, yüzlerce sayfasıyla bile çelemez aklı, inemez kalbe. Kitap vardır, her bir sayfası kalıcı etkiler bırakır, sonsuza kadar yer eder hem akılda hem kalpte... İsmi lazım olmayan yazarın ismi lazım olmayan kitabının bilmem kaçıncı sayfasında bir söz vardı; "Büyük bir sevginin göstergesi olan binlerce ayrıntıyı ıskaladım." Hemen aştım sayfayı, ayrıntılardaki coşku dolu gizleri kaçırmamak için... Düşünün, siz neleri ıskaladınız, kimleri kaçırdınız? Radyoda sesini kıstığınız müzikte, geçerken uğradığınız dükkanda, yürüdüğünüz yolun kenarında, yere bakarken gökte, göğe bakarken yerde, gözlerinizi kapadığınızda, kulaklarınızı tıkadığınızda, yarım bıraktığınız kitapta... Düşünün...

     Ben bir saman kağıdım, okunması gereken bir sayfa, akıldan kalbe inen tesirli bir parça...

24 Nisan 2016 Pazar

İliklerime kadar işlemiş düşünmek...

İliklerime kadar işlemiş düşünmek...Hatta kaşlarım inip kalkmadan, göz kapaklarım meraklı gözlerimi örtmeden ve hatta elimde kalem olmadan düşünemez olmuşum. Ondandır doğada anlam arayışım. Daha doğrusu var olan anlamı kurcalayışım. Fark ettiklerimi yeniden fark ederken aynı heyecanı hissedişim. Tekrar tekrar altını çizdiğim satırları hatırım için sürekli tazelemek isteyişim. Düşünmek değil aslında... Düşünebilmek. Satır aralarından uzaklaşırken, düşünmekten de uzaklaşanları kitap raflarına sığdırabilmek. Düşünebilmenin hayati önemini kavratabilmek. Kelimelerin içine sinen anlamları özümsemek. Tek düşündüğüm bu. İliklerime kadar işlemiş düşünmek...

20 Şubat 2016 Cumartesi

On birinci kattan düşen düşler

"Düşlerimi görmek için benimle düşmeyi göze alır mısın?"



♫ a small measure of peace


kuşların göçtüğünü gördüm,
penceremin önünden geçtiler
gitmenin mümkün olduğunu anlatan
kanat seslerini duydum
duymak görmekten daha çaresiz,
eylemin kendisine değil yankısına şahit olmak
görmek duymaktan daha acımasız
olanları inkar edemeden yaşamak

göğe bakarken yüzünü gördüm
bu göğün yüzü bizim gökyüzümüz mü?
hani düşlerimizi salıverdiğimiz
uçmayı kutsal kılan

kuşlar nereye gitti?
yağmur damlaları camda birikiyor şimdi
on birinci kattan düşüyor düşler
zihnim kötürüm olmaya mahkum

yolda rastladığım birine döktüm içimi
tanımadığım bir yabancıya...
tanıdığım yabancılar da var etrafımda
sonradan yabancı sıfatını alanlar
yüzlerin manalarını yitirmesi ne acı
seslerin artık anımsanmaması

ruhumun afyonu melankoli
aşırı dozdan ölüyorum
beynimin mürekkebi fışkırıyor kağıtlara
delil bırakıyorum ardımda
yok edin onları!
gömün düşlerimi toprağa

gidiyorum...
çaresizliği duyarak, acımasızlığı görerek
on birinci kattan düşüyor bedenim
kanatları olmadan nasıl uçar zihnim?
kuşların peşine düşüyor düşlerim

ruhumun göçtüğünü gördüm
sebebi varlığımı anlatan
kanat seslerini duydum
bulutların geçişi pencereme aksediyor
yaşamın şeridini tasvir ederek

yağmur damlaları içeriye sızıyor şimdi
göğün yüzüne gülümsüyorum
yüzündeki kalabalığa yabancılaşarak
kolaylıkla sıyrılıyorum bağımlılıktan
ötekileşmiş bir kuş sürüsüne katılıp
tesadüfen yalnızlaşarak





























5 Aralık 2015 Cumartesi

Kelimeler

                 "Kelimelerle aram iyiydi iyi olmasına... Ama bazıları vardı ki, çok çektirdiler bana..."


          Yuttuğum o kelimeler var ya... Hani boğazıma dizilen, yutkundukça acıtan, bir an önce sindirmek istediğim... İşte o kelimeler artık bütün hücrelerime dağılmış, kanımda dolaşır olmuş. Aklıma süzülüp zihnime işlemiş. Öfke nöbetlerine kapıldığım gecelerde öksürüp kusmaya çalışıyorum. Her birini ağzımda köpüren kanla tükürmek istiyorum.

          İtiraf ediyorum, bazen yapıyorum bunu. Yatağımın dayandığı duvar boylu boyunca kan olmuş. Kırmızıyı pek sevmem. Benim rengim mavidir. Buğulu gecelerin puslu mavisi, mürekkebin cesur mavisi... Ruhumun yüce mavisi... Kalemime sarılıyorum can havliyle. Yaratanın üflediği ruhun parazitleri o kelimeler. Ben de ruhumu kurtarmak için düşüncelerime üflüyorum. Nefesim yetmiyor. Üfledikçe güzelleşen bir kamış olduğumu hayal ediyorum. Neva perdesindeyim. Arada kalmışım... Ama kuvvetli olduğumu biliyorum. Hicaz makamına çıkıp ruhuma tevazu vermek niyetindeyim. Daha derinden, daha güçlü üflüyorum. Mürekkep kabarcıklarla doluyor. Kağıdı yırtarcasına, kalemi parçalarcasına yazıyorum. Gözyaşlarım mürekkebe karışıp masaya damlıyor. Masadan kucağıma... Sırılsıklam oluyorum. Panikleyip kitaplarıma saldırıyorum. Büyük bir açlıkla okuyorum. Kitaptaki kelimelerden bir ordu kurup, diğerlerine savaş açıyorum. Bu kadar kolay teslim olamam. En azından onurlu bir mücadele vermeliyim. Sayıca fazla olmamıza rağmen zorlanıyoruz. Şimdiden çok kayıp verdik. Yine de dayanıyoruz. 

          Tepeden tırnağa temizlenmem zaman alacak. Ben içimdekileri atmaya çalışırken dışarıdan saldırılar devam ediyor. Kısır bir döngüye kapılmışız. Sonsuz bir döngüye dönüşmekten korkuyorum. Nefret söylemlerinin sevginin büyüsünü bozmasından korkuyorum. Çünkü kelimeler dünyadaki en güçlü silahlardır. Küçümsemek, telafisi mümkün olmayan hatalara yol açabilir.

          Susuyorum. Susmak ile susamak arasında bir harf fark varken, şimdiki zamanda bu eylemleri çekimlemek arasında hiçbir fark yok. Susuyorum işte... O kelimeler dökülmüyor dudaklarımın arasından. Susuyorum. Kana kana su içmek istiyorum. Yutkunmam kolaylaşsın diye... Gönlüm ferahlasın, boğazım yatışsın diye. Yoruldum. Belirsizlikten, düşünmekten, biriktirmekten... Huzur telkinine ihtiyacım var. Son bir gayretle doğruluyorum. Yaşamın kıyısında yürüyorum. Ölümle burun buruna geleceğim anı düşünüyorum. Kaybedecek bir şeyim yok. Aniden gelen bir titreme ile sarsılıyorum. Biliyorum... En derinlere nüfuz edenleri söküp atmak zor olacak. Ses tellerim tedirgin... Ağzımı açtığım anda bir hırıltı yükseliyor boğazımdan. Bağırıyorum. Sitem etmiyorum. İsyan değil bu. Nefsimi tehdit edenleri bertaraf etmem an meselesi! Bir daha bağırıyorum. Yüksek sesle! Bir daha, bir daha... Avazım çıktığı kadar!

          Alçaklar! Yüksek perdeden bağırmamı bile hak etmiyorsunuz! Sular fışkırıyor ağzımdan... Boğulacak gibi oluyorum.  O kadar çok susmuşum ki... Kelimeleri yutmakla kalmamış, onlarla dolmuşum. O kadar çok susamışım ki... Hep daha fazlasını içmiş, taşmışım. Artık tutamıyorum kendimi... Defolun! Kelimelerin suya karışıp aktığını görüyorum. Suyun bulanıklığı dikkatimi çekiyor. Neden sürekli midemin bulandığını anlıyorum. Rahatlama hissine kavuşuyorum. Sanırım iyiyim. Zor kısmı atlattım. Bundan sonra bir şeyi bünyeme dahil etmeden evvel iki kez düşüneceğim. İki kez de yetmez. Beş kez, on kez... Ne kadar gerekiyorsa.

          Ey ruhumuzu üfleyen yaradan, o üflediğin ruha n'olur sık sık huzur da üfle. Ancak o zaman korunurum kötülüğün şerrinden. O kelimelerin düşmanlığından sana sığınırım. Beni bir daha böyle sınama yalvarırım. Yuttuğum o kelimeler var ya... Artık kolay kolay yutmam. Yeter ki dayanma gücü ver. Ben sonuna dek savaşırım.



2 Aralık 2015 Çarşamba

İlham

İlham; tutarsız ve enteresan bir misafirdir. Beklersin gelmez. Ararsın fakat erişemezsin. Tahmin kabiliyetinin kıyısına bile yanaşmaz. Hiç ummadığın bir vakitte kapında bitiverir.